1 Ocak 2013 Salı


“Cari açık için eylem planı hazırladık”

Yeni yılın ilk gününde Sanayi Bakanı Ergün, cari açık için eylem planı hazırladık demiş. Buna inanmak çok güç. Yıllardır cari açık finanse edilebildiği sürece sorun yok açıklamaları geliyordu. Önlem alınmadan kontrolsüzce büyümeye izin verildi, uyarılar dikkate alınmadı ve hatta uyaranlar Türkiye’nin iyiliğini istemeyen düşmanlar olarak ilan edildi.

Fakat yapısal sorunlara dokunulmaksızın gerçekleştirilen kontrolsüz büyümenin bir yerde tıkanması kaçınılmazdı ve dünya ekonomik konjonktürü bu sorunlu büyümeye dahi izin vermeyecekti. İhracat rekorları kırmakla övünürken kırdığımız ithalat rekorlarından bahseden yetkili göremedik. 80 liralık ithalat yapmadan 100 liralık ihracat yapamayacağımız konusu göz ardı edildi.
2012 yılına henüz girmeden yaptığı açıklamada IMF, Türkiye için 2012 yılı büyüme tahminini %2,5 civarında açıkladığında Ali Babacan’ın bu tahmini yüksek tondan eleştirdiğini, Orta Vadeli Program hedefinden sapma olmayacağını, bu hedefte revizyon yapmayacaklarını ve ekonominin en az %5 büyüyeceğini söylediğini hatırlıyorum.

“%2,5 büyümeye sadece gülüyorum”

Aynı günlerde yapılan haberlerde de Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın IMF ile ‘kafa bulduğu’ gibi iddialı haberler yayınlanmıştı.

“Türkiye ekonomisi yüzde 8,9 büyümüştür. 2009′daki küresel krizin etkisiyle yaşanan dağılmadan sonra o tarihte Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşlar, Türkiye’nin büyüme öngörülerinde ciddi oranda yanılmıştır. 2012 yılından itibaren yine IMF’nin yapmış olduğu yüzde 2,5′luk büyüme öngörüsüne sadece gülüyorum. Türkiye ekonomisi, 2012 yılında da müteşebbisi, siyasi ve ekonomik istikrarıyla IMF’ye tahminlerinde yanıldığını gösterecek ve bunun çok üzerinde tahmin ediyorum iki katına yakın büyüme gerçekleştirecektir.”

Ekonomi yönetiminde olanların iddialı konuşmaları gerekir tabi diye düşünüyor insan. Kabul. Fakat en yetkili ve sorumlu insanlardan ekonomiye ilişkin gerçek bilgiler edinilmediğinde yatırımcılar, tüketiciler doğru kararları nasıl alabilir? Bu açıklamayı yapanlar verdikleri bilgilere kendileri de inanıyorlarsa, karşımızda sorunları tespit etmekte ve doğru tespit edilen sorunları gidermeye yönelik önlem almakta yetersiz bir yönetim var demektir.

Cari açık zaten düşecek

Türkiye ile ilgili yayınlanan hemen her raporda yüksek büyümenin son derece olumlu olduğu belirtilirken cari açığa dikkat edilmesi de eklenmiştir. İç tüketime dayalı büyümesiyle Türkiye ekonomisi, ne kadar büyürse cari açık o kadar artıyordu. 2012 yılının 3. çeyrekteki verilerine baktığımızda ekonomi bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 0,2 büyürken 2012 yılının büyüme oranı ise %2,7 olarak tahmin ediliyor (bkz. Betam Aralık 2012 raporu).

2011 yılındaki %8,5’lik büyüme rakamının bu yıl iyimser tahminlere göre %2,7’ye gerilediği Türkiye ekonomisinin yumuşak inişin adını anmak bir yana dursun, alenen çakıldığı bir durumda cari açığın hiçbir ek önlem almaya gerek kalmadan da önemli oranda düşeceği zaten çok açık. Bu durumda Bakan’ın cari açık için eylem planı hazırladıklarını söylemesi hiç gerçekçi değil. Bu ancak kafaüstü çakılan bir ekonomiden arta kalan hurdanın değerlendirilmesi olarak görülebilir.

Siyasi gündemin neredeyse saatlik belirlendiği Türkiye’de ekonomi konuşmaya hiç zaman kalmıyor olabilir. Çok kritik siyasi konularda yönetimin yalan söylemesi de artık normal karşılanıyor olabilir. Ancak herkes siyasi gündemle meşgulken ekonomi yönetiminde sorumsuzca davranmanın faturası çok ağır olur ve bunun bedeli gelecek nesillerin hanesine borç yazılır. Yukarıda yalnızca cari açık konusundan çok az bahsettim. Altın ‘ihracatının’ rakamları nasıl manipüle ettiğine, Merkez Bankası’nın ‘alışılmadık’ yöntemlerine, istihdamın durumuna ve diğer makroekonomik rakamlara başka yazılarda bakmayı tercih ediyorum.

Türkiye’nin kendinden kaynaklanan ekonomik krizlerinde çektiği acıları hiç unutmamak gerek. 2001 krizi sonrasında Ecevit hükümetinin hazırladığı ve bedelini ödediği Güçlü Ekonomiye Geçiş programını izleyen bugünkü iktidara dünya konjonktüründeki likidite bolluğu da yardımcı olmuştu. Ancak bugün dünyada elinizi hangi ekonomiye atsanız sorunlu. Dünya ekonomisi çökmüşken Türkiye’nin yapısal sorunlarından kaynaklanan olası bir ekonomik çöküşte kimseden fayda gelmeyeceği belliyken sorumlu yöneticilerin artık yalnızca kendi iktidarını düşünmekten vazgeçmesi gerekiyor.

3 Temmuz 2012 Salı

Hala Yanan Şehir: Sivas


80 kuşağı çocukları olarak o yıllarda tek kanallı ve kumandasız televizyonlarda izlediğimiz programlardı Yalan Rüzgarı, Susam Sokağı, Zeynep abla, sepetin içindeki kurabiye canavarı, kurbağacık ile açıkgöz ve tabi en unutulmazı Edi ile Büdü... Yayın yapılan o kısıtlı zamanlarda, Edi ile Büdü deyince ilk hatırladığım bölüm “en sevdiğim sayı”...
- Hey Büdü n’apıyorsun?
- Hiç, düşünüyorum.
- Yaa, peki ne düşünüyorsun Büdü?
- En sevdiğim sayıyı...
  ...
- Büdü, en sevdiğin sayı ne?
- Aa, hiç sormayacaksın sandım. 6, sevdiğim sayı 6!

33!

19 yıldır hiç sevmediğim sayı 33!
Özel kanallar açılmıştı ve yayınlar artık kısıtlı değildi. 10 yaşımdaydım ve akşam haberlerinde tek izlediğim kısım, haberlerden hemen önceki plastip şovdu. O zamanlar magazini henüz keşfetmemiş kanallar, siyasi haberleri de kısa kısa geçerlerdi.
O gün Show TV’de hep aynı haberden uzun uzun bahsediliyordu. Sonraki gün ve daha sonraki gün, bir hafta, on gün daha... Anlamıyordum ne olduğunu ama bu kadar uzun süre hep aynı şeyden bahsedildiğine göre çok önemli bir olay olmalı diyordum kendi kendime.
Birkaç yıl sonra anlayacaktım bunun tarihin en yobaz kalkışmalarından biri olduğunu. Günler öncesinden otelin önüne kaldırım taşları yığılmış, hazırlıklar açıktan açığa tamamlanmış ve geriye bir kibrit çakması kalmıştı.
Önce taşlar atıldı, sonra kibrit çakıldı, 33 aydın cayır cayır yakıldı. Hükümet izledi, devlet izledi, biz izledik.
Büyüdük, acıyı fark eder yaşa geldik. Kıtalara hükmetmiş Osmanlı’da eşeği bile sekiz saatten fazla çalıştırmayacak kadar vicdanlı ecdadın bugünkü müslüman torunları olmakla övünen hocamıza “Peki 2 Temmuz?” dedik, “O şehrin insanlarıydı” dedi, şehir bölündü: Yakanlar ve yananlar...
Yakanlardan kaçan kurtuldu, kalanları bir avukat ordusu savundu. Sonunda dava 19 yıl sonra bu yıl zamanaşımına uğradı. Yakanların avukatlarını partisine toplayan Başbakan, zamanaşımı sonrası yakanlara göz aydınlığını eksik etmedi: “Hayırlı olsun!”.
Bugün ülkeyi kontrolsüzce savaşın eşiğine getiren bu dinci takımın, “Yurtta barış, cihanda barış” diyerek kurulan Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı Sivas’ta barışı yazan, çizen ve söyleyenleri yakması kendileri için elbette hayırlı olmuştur.
Dostluklar kurulsun insanlar gülsün 
Son bulsun savaşlar kimse ölmesin 
...
Dünya cennet olsun yaşasın insan 
Gelin barışalım dökülmesin kan 
...
İnsancıl insanlar barıştan yana 
Ancak zalim olan kıyar insana
dizeleriyle Nesimi Çimen, savaş düşkünlerinin önünde set olacaktı, yakılmasaydı!
Hep uzaktan görünen o yoğun ateşiyle hatırladığım Madımak’ı yıllar önce ilk kez gördüğümde hangimiz insan diye düşündüm; otelde yangının başladığı alt katta yapılan dönerciyi ısrarla orada tutanlar mı, Madımak türküsünde bile içi yananlar mı?
Sonunda dönerci kaldırıldı oradan, ama bağnazlığın çürümüş beyinlerdeki ağır kokusu duruyor hala. Bu kokuyu kimi zaman seçim meydanında rakibini, inancı yüzünden yuhalatan bir iktidar partisi liderinden, kimi zaman bir kürtaj tartışmasından, kimi zaman da daha basılmadan kitapları toplatanlardan alıyoruz.
Bu karanlık bağnazlık sürdükçe Sivas yanmaya devam edecek...

15 Mayıs 2012 Salı

The Social Policy Landscape of Turkey


AKP’s lack of commitment to reform Turkey’s social policies in accordance with EU deepens the threat on the country’s workforce.

On 12th of March 2012, Turkey woke up to a tragedy: Eleven construction workers burned to death in Istanbul. They were working at the construction of a luxury shopping center, one of many underway, settled in a fabric tent within the construction site as the city was facing one of the harshest winters in decades. There were four tents, three of which burnt down in just few minutes. The reason: Illegal and poorly connected electrical heating inside the tent. Should AKP’s Istanbul Municipality have the determination and follow through to control such constructions, also obligations by the central government, these workers would not have perished so dreadfully.

Health and safety at work, trade union law and fight against poverty are the major areas in which Turkey should make reforms regarding the social policy chapter of the accession negotiations between Turkey and the EU. Every day of delay in these crucial reforms endangers the lives of the vulnerable working force.

As part of its constitutional amendment package of 2010, the ruling party, Justice and Development Party (AKP) announced that they were committed to enhancing the trade union rights, to ensure affirmative action for women, better the conditions for the work force, and more freedom for all. Eighteen months after the approval of amendments via referendum, there still exists an urgent need for the adjustment laws improving the provisions of the No. 2821 the Law on Trade Unions and No. 2822 the Law on Collective Bargaining Agreements.

Regarding the social policy and employment chapter of EU-Turkey negotiations, two significant provisions of the revised European Social Charter (1996), ratified by Turkey in 2007, are reserved by AKP. One is Article 5, trade union rights, and the other is Article 6, collective action right including the right for collective bargaining. It should be noted that none of the 22 ratifier states of the revised Charter reserved Article 5, and only Andora and Turkey reserved all the clauses of the Article 6.

On the other hand, Turkey’s approach to International Labour Organization’s (ILO) conventions 87 and 98, regarding the trade union rights should also be noted. Despite the fact that AKP committed to sign and adopt the ILO conventions in its 2010 Action Plan, presented to the EU Commission, there has been no steps taken towards its commitment. The reservations on the Charter and the related ILO conventions are also the opening benchmarks of the social policy and employment chapter.

Turkey is far behind EU’s rate of population at risk of poverty and especially child poverty. In the past year, the rate of the population under 60% of the current median income was 24.4%. With this performance, Turkey ranked below Greece (17.8%), Italy (19.9%) and Spain (20.6%). Despite the situation, AKP insists on implementing social policies with a “charity-like” approach rather than addressing them as a “social rights” issue. Current social aids do not have a systematical character, and they are mostly used as election bribery. Although the European Commission urged for an action plan in the fight against high poverty and social isolation in each and every progress report published since the beginning of the accession negotiations, AKP still fails to deliver a comprehensive national program. Yet Turkey is in urgent need of a poverty map.

Taking into account that Greece has reported falsified numbers about her economic situation regarding the Union and Eurozone membership criteria to the European Commission; similar misinformation should be avoided in Turkey’s case. In the screening process for negotiations in 2006, the Commission put through some very extensive questions regarding the chapters, and the government has addressed them. The answers should be diligently analyzed for any falsifications, especially regarding the poverty lines.

As long as the appropriate legal guarantee for the freedom of trade unions, decent work conditions, enforcement of health and safety legislations are not ensured, the ongoing labor exploitation will prevail in Turkey.




Selda Doğan

ReflectionsTurkey, 1. Issue, April 2012

Alaturka Demokrasi I: Eğitim Yasası Gerekçeleri

4+4+4 olarak adlandırılan ve eğitim sistemiyle ilgili ciddi değişiklikler içeren kanun teklifi AKP’li 5 grup başkanvekilinin imzasıyla 20 Şubat 2012 tarihinde TBMM’ye sunulmuş ve o günden sonra önemli tartışmalara ve kavgalara yol açmıştı. Teklifin ilgili komisyonda görüşülmeye başladığı andan itibaren anamuhalefet milletvekilleri, ülkenin eğitim düzeyini çok gerilere götürecek ve dünya ülkelerinde uygulanan eğitim sistemleriyle negatif ayrışmaya sebep olacak bu kanunların geçmemesi için tüm güçleriyle çalışmış, dayak yemiş ancak zor yoluyla teklifin komisyondan geçmesine engel olamamışlardı. Kanun değişikliği gerekçesinin bizzat Başbakan tarafından bir rövanş olduğu açıklanmasına ve hükümet partisinin programında dahi yer almamasına rağmen, tarihe not düşmek ve nesillerarası sorumluluğumuzu yerine getirmek adına kanunun gerekçelerinden başlayarak tüm tutarsızlıkları irdelemekte büyük fayda var.


Teklif, halihazırda 8 yıllık kesintisiz zorunlu temel eğitimin 12 yıllık kesintili zorunlu eğitim haline getirilmesini, temel eğitimin 4 yıla düşürülmesini ve mesleki eğitimin ilk dört yılın sonunda 11 yaşında başlamasını hedefliyordu. Burada başta dikkati çekmeyen kavramlar büyük önem taşıyor, çünkü kanun gerekçesinde bunlara dayanarak bir yanıltma yapılıyor. Öncelikle ‘zorunlu eğitim’, ‘temel eğitim’, ‘zorunlu temel eğitim’, ‘mesleki eğitim’, ‘kesintisiz eğitim’ ve ‘kademeli eğitim’ kavramlarının ayrıştırılması gerekli. Bir bulamaç halinde ortaya atılan bu kavramlar ve kelime hileleriyle 12, 8’den büyük olduğu için 8 yıllık ‘kesintisiz’ ‘zorunlu’ ‘temel’ eğitim, 12 yıllık kesintili zorunlu eğitimden daha gerideymiş gibi belletiliyor. Halbuki gerçek hiç de öyle değil. Teklifin yasalaşma sürecine dikkatlice bir göz attıktan sonra kavramlarla ilgili genel bir değerlendirme yapmak daha doğru ve anlaşılır olacaktır.

Bu kanun için sunulan ilk gerekçe, dünyada çoğu gelişmiş ülkede zorunlu eğitimin kademeli olduğu yönünde ve ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya örnekleri veriliyor. Bu ülkelerde eğitimin kademeli olduğu doğru fakat bir mesleki ayrıştırma değil yaş temelinde bir kademelendirme sözkonusu. Gerekçenin ilerleyen kısımlarında, teklifi verenler tarafından bu kademelendirmenin yaş grubu ve fiziksel özellikler temelinde yapıldığı da zaten belirtilmiş.

Kesintisiz eğitim, mesleki eğitime darbe vurmaktadır. İnsanları yararlı ve üretken olabilecekleri meslek dallarına küçük yaşlardan itibaren yöneltmek ve onlara bu anlamda gerekli eğitimi vermek toplumun ve onun örgütlenmiş hali olan devletin fertlere karşı sorumluluğudur. Mesleki eğitimden yeterince yararlanmak için öğrencinin ilgi ve beceri alanlarının küçük yaşlardan itibaren tespit edilerek gerekli yöneltme ve yönlendirmelerin yapılması şarttır. 14 yaşından sonra yapılacak tercihler yeterli mesleki eğitim kalitesini sağlamaktan uzak kalacak ve ayrıca yapılacak tercih de bilinçli ve doğru olmayacaktır.

Bu gerekçe de, düşünce kuruluşu TEPAV tarafından hazırlanan ve ilgili komisyona sunulan Yeni kanun teklifi neden yeterli değildir isimli raporda anlaşılır bir grafikle gayet iyi açıklanmış ve geçersizliği somut verilerle kanıtlanmıştır. 9, 10 veya 12 yıllık kademeli veya kademesiz zorunlu eğitimin mevcut olduğu ülkelerin hiçbirinde mesleki eğitime başlama yaşı bu düzenlemeyle öngörüldüğü şekilde 11 olmamakla birlikte, mesleki eğitim zorunlu temel eğitim bittikten sonra başlamaktadır. Yani bu gelişmiş ülkelerde çocuklar çok küçük yaşlarda bilinçsizce meslek tercih etmeye zorlanmıyor ve önce mümkün olduğu kadar uzun süre zorunlu temel eğitim alıyorlar. Üstelik 14 yaşında yapılacak mesleki tercihin bilinçsiz ve yanlış olacağı gerekçesiyle 3 yıl daha önce 11 yaşında bilinçli ve doğru tercih yapılabileceğinin varsayılması, kendi içinde açıklanmaya muhtaç bir çelişki olarak karşımızda duruyor.

Diğer gerekçede; özellikle kırsal kesimde köy okullarının boş kaldığı, yatılı bölge okullarında veya taşımalı eğitimle servislerde uzun yollar katedildiği ve öğrencilerin (okumak için) eziyet çektiği söylenmiştir. Özellikle kırsal bölgelerdeki ailelerin kız çocuklarını bu şartlardaki eğitime verme konusundaki ciddi şikayetleri düşünüldüğünde bu uygulamanın okullaşma ve özellikle de kız çocuklarının eğitimi adına sorunlara yol açtığı eklenmiştir. Ancak getirilen teklifte bu sorunun nasıl çözüleceğine dair bilgi olmamakla birlikte yakın köy okullarının birleştirilip muhtemel taşımalı eğitimle veya öğrencilerin yatılı kalması için pansiyonlar inşa edileceğinin söylenmesi mevcut durumun korunacağını gösteriyor. Açıköğretimle evden okumaya nasıl devam edileceği ve bunun kız çocuklarının okullaşma oranını nasıl etkileyeceği konusunda da herhangi bir bilgi bulunmadığı için bu gerekçe de boşa çıkmış oluyor.

Teklifin komisyona sunulan ilk haline göre, ilköğretimin birinci kademesini bitirenler yani ilk dört yılın sonunda ve 11 yaş civarındaki çocuklar ‘aday çırak’ olarak eğitilebilecektir. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun en düşük çıraklık yaşını 14 olarak gören şartlarına aykırılık oluşturacağı konusunda ciddi eleştiriler aldıktan sonra çıraklık yaşını düşüren bu değişiklikten vazgeçilmiştir.

TEPAV raporu, kanun teklifine önemli eleştiriler getirmiştir. Rapora göre bu kanun, ülkenin eğitim ihtiyaçlarını karşılamaktan oldukça uzak ve eğitimin yalnızca süresi ile ilgilenmektedir. Eğitimin kalitesi, eğitimde fırsat eşitliği ve okul öncesi eğitim konularına değinilmemiş olmasını, işgücü verimliliği ve kadınların istihdam edilebilirliği açısından ve bunların sonucunda da ekonomik büyüme, kalkınma ve istihdam alanlarında sorunlar yaratacak önemli bir unsur olarak ifade etmiştir. Kanunun bu haliyle 2023 hedeflerine ulaşmanın mümkün olmadığını da eklemiştir.

Kanun teklifinin gerekçesinde araya sokuşturulan birkaç ayrıntı daha göze çarpıyor. Kayseri’deki üniversiteye Abdullah Gül, Rize’deki üniversiteye ise Recep Tayyip Erdoğan adlarının verilmesi ile BDDK, TMSF ve Muhasebe Denetim Standartları Kurulu başkan ve üyelerinin görev süreleri dolduktan sonra tekrar seçilebilmeleri ve atanmalarına imkan sağlayan değişikliklerdir. AKP’nin ileri gelenlerinin kendi isimlerini, 28 Şubat’ın rövanşı olarak gördükleri bu eğitim düzenlemesine kazımak istemeleri, en azından düzenlemenin içinde üniversite kelimesi geçtiği için belki eğitimle ilişkilendirilebilir fakat yukarıda anılan BDDK, TMSF gibi kurumlarla ilgili değişikliğin eğitimle ne ilgisi olduğu çok tartışmalıdır.

Teklifin eğitimle ilgili olan kısmının yanında çoğu kişi tarafından göz ardı edilen bir yönü daha var. Teklifin meclis genel kurulunda görüşülmesinden hemen önce CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından tekrar gündeme getirilen ancak tartışmalar içerisinde hak ettiği yeri alamayan konu, FATİH projesi kapsamında kamu tarafından yapılacak mal ve hizmet alımlarının Kamu İhale Kanunu kapsamı dışında tutulması. Gerekçe olarak ise proje hacminin büyük olması ve yurtiçi üretimde kaldıraç etkisi yaratması gösterildi. Alt komisyondaki görüşmeler sırasında geçici bir madde eklenerek ihalesiz alım süresinin 15 yıla kadar uzatılabilmesi hedeflendi. Buradaki ihalesiz alımlar, proje kapsamında yalnızca kamuoyunda yaygın olarak bilinenin tablet dağıtımını değil, aynı zamanda inşaat işleri de dahil olmak üzere her türlü alımı kapsıyor. Uzman görüşlerinde belirtildiği üzere teklif, ülkenin eğitim gereksinimlerini karşılamıyor olmasının yanında yetkiyi elinde bulunduranların istedikleri gerçek ve tüzel kişilere çok yüksek miktarlarda kaynak aktarma tehlikesini de barındırıyor. Teklifin bu haliyle yasalaşması, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile yürüttüğü katılım müzakerelerinde halihazırda üzerinde hiçbir siyasi veya ekonomik blokaj olmayan ve açılış kriterleri yerine getirildiği takdirde açılabilecek üç fasıldan ikisi olan Kamu Alımları ve Rekabet Politikası alanlarının her ikisi açısından da büyük sıkıntılar doğuracaktır.

Bir kanun teklifinde bunca çürütülmüş gerekçe varken ve işin içinde rant sağlama iddiaları bir yanda devletin tepesindeki rövanş iddiaları öbür yanda dururken, TÜİK verilerine göre 8 yıllık kesintisiz temel eğitimin okullaşmayı ciddi oranda arttırdığı açıkken ve üstelik AKP hem bu sisteme karşı çıkıp hem de sistemin getirdiği bu artışın üzerine bile yatıyorken, karşı çıkan milletvekilleri yerde tekmelerle dövülürken, bu rejimin adına demokrasi değil ancak alaturka demokrasi denir. Alaturka demokrasilerde Abdullah Gül, R. Tayyip Erdoğan gibi ileri gelen AKP’lilerin kendi rövanşları uğruna kamu kaynaklarını kullanarak kız çocuklarının okula gitmesini istedikleri reklamlara aklı selim kimse inanmaz.


Selda Doğan
Sosyal Demokrat Dergi (SODEV), 16. Sayı, Nisan 2012

2+2=4 => 4+4+4=0

Yukarıdaki başlık, bir süredir alçak sesle alttan alttan tartışılan bir konunun matematik gösterimi. Matematik sevenler bunu “iki artı iki eşittir dört ise dört artı dört artı dört eşittir sıfır” diye okur ama işin Türkçe’si şudur: “İki iki dört öldü eğitim üstünü ört”!
Bugünlerde yan yana üç tane 4 gören herkes kendi tarafına çekilip devasa tiyatrodaki rolünü alıyor. Yıllardır kullanın aynı yöntem bu konuda yine işlemeye başladı. Önce kabul edilemeyecek denli zararlı bir plan öyle sıradan bir şekilde ortaya atılıyor, ana akım medya başlıyor bunu yumuşatmaya, orasından tutup burasından çevirip ve hatta yün gibi eğirip tiftik tiftik ettikten sonra altın vuruş o bildiğimiz çoğunluğun kaldırıp indirdiği ellerle geliyor. Yani biz konuşuyoruz, ama isteyen istediğini yapıyor.
Ama bu defa durum çok ciddi çünkü yapılacak değişiklik üç beş yılı değil nesilleri olumsuz etkileyecek bir alanda yapılıyor. Yasa taslağı şu anda alt komisyonda, oradan geçip Meclis Genel Kurulu’na geldiğinde günün makul bir saati olursa, son anda bir önergeyle ters köşe yapılmazsa, yasalaşacak olan taslağın şu anda tartışılan hali şöyle:
4+4+4 denilen kesintili zorunlu eğitim sistemine çocuk giriyor (yaş 7), ilk 4 yıl temel eğitim alıyor (yaş 11), eski sistemle ilkokul 5’inci sınıfa başlamadan meslek seçimini yapıyor ve sonraki 4 yıl seçtiği meslekle ilgili eğitim alıyor (yaş 15), derken ilk 8 yılı tamamlayınca bir yarım soluk alıp yeniden karar veriyor açıköğretimden mi yoksa örgün öğretimden mi devam edeceğine. Açıköğretim seçerse kaydını yapıp kitaplarını alıp evinde kendi kendine öğretim görecek, okula giderse eğitim-öğretim hayatı kesilmeden 12 yıl zorunlu eğitimden geçmiş olacak. İktidar 8 yıllık zorunlu eğitimi 12 yıla çıkarmış olacak, son yıllarda politik ve ekonomik alanda dünya liderlerinden olan ülkemizin artık eğitim seviyesi de artarak dünyayla yarışır hale gelecek, daha eşit, daha gönençli ve çok az destekle kendi kendini eğitebilen bir toplum olacağız. Bunların hepsi elbette gerçek olabilir ama bir şartla: Ceteris paribus, o da bizde yok! Ekonomik, siyasi ve ticari alanlarda çok büyük eşitsizlikleri barından bir ülkede eğitim söz konusu olduğunda yukarıdaki planların tıkır tıkır ve herkes için eşit işlemesi mümkün olamaz, her konuda ortaya çıkan o tanımlanamayan ‘birileri’ daha eşit olacaktır. Yoksa bu daha eşit birilerini kollayan diğer birileri, 11 yaşında çocuğa meslek seçtirmeye ve aynı yasayla çıraklık yaşını 11’e indirmeye kalkışmaz.
Taslakla ilgili elimizde ne var ne yok değerlendirip nesiller üstü bir konu olan temel eğitime ilişkin doğru bir fikre sahip olmamız gelecek nesillere borcumuzdur.
Taslak ilk haliyle ortaya atıldığında, ilk dört yılında sonunda 11 yaşında ‘Bakanlar Kurulu kararıyla’ (bunun hikmetini ben anlamadım, anlayan bana da anlatsın) meslek seçimiyle birlikte açıköğretime geçiş opsiyonunun sağlanması öngörülüyordu. Yani ilk dört yıl temel zorunlu eğitimi alanlar isterse açıköğretime geçerek okula gitme zorunluluğu olmadan evinden okuyabilecekti. Ama özellikle kız çocuklarıyla ilgili gelen itirazlardan sonra geri adım atıldı. Şimdi ilk 8 yıldan sonra açıköğretime geçiş şansı öngörülüyor. Kaybettir ve buldur hikayesi... Mevcut 8 yıllık kesintisiz eğitim sisteminde de zaten ilk 8 yıldan sonra açıköğretime geçiş imkanı bulunuyor. Öyleyse açıköğretim opsiyonunun sunulması bir amaç değil.
İlk dört yıldan sonra mesleki eğitime yönlendirme ve aynı anda çıraklık yaşının 11’e çekilmesi başlı başına bir felaket... 11 yaşında çıraklık, ILO sözleşmelerine ve insan haklarına aykırı olmakla birlikte daha fazla çocuk emeği sömürüsünü beraberinde getirir, üstelik bu kadar küçük yaş işverenlerin de tercih ettiği bir şey değil.
Sadece 4 yıllık temel eğitimden sonra çok küçük bir yaşta eğitimde ‘ayrıştırma’ yapılması dünyada rastlanmamış bir durum ve eğitimcilerin şiddetle karşı çıktığı bir konu. Bir çocuktan hayatını etkileyecek bir seçimi bu kadar küçük yaşta yapmasını istemek çok büyük haksızlık! Şu anda 18 yaşında üniversiteye giren bir gencin bile meslek seçimini çok erken ve bilinçsiz yaptığı düşünülürse 11 yaşında hangi çocuk aklı sağlıklı bir karar verebilir? İş ailenin yönlendirmesine kalır ve o zaman daha sağlıklı olur diyenlere Türkiye’de ebeveynlerin ortalama eğitim düzeyinin 6 yıl yani ortaokul terk seviyesinde olduğunu üzülerek hatırlatmak isterim. O halde kime kalır bu yönlendirme işi? (Hep derler aklınıza ilk gelenin doğru olma ihtimali yüksektir diye...) Bu arada ilk dört yılın sonunda meslek seçimi konusuna imam hatip liselerinin orta kısımlarının açılması dahil...

Sonraki yazımda taslağın öne sürülen gerekçeleriyle birlikte uzman görüşlerini ve raporlarını ele alacağım.


Selda Doğan
29 Şubat 2012

Başka bir hayat var

Nefesimizi tuttuk, bekliyoruz. Birçoğumuz her sabah uyanır uyanmaz el yüz yıkadıktan sonra çay suyunu koyup ardından haberlere koşuyoruz. Uyuduğumuz zamanda ülkenin başına hangi büyük olayların geldiğini arkası yarın izler gibi heyecanla takip ediyoruz. Örneğin; yeni günün ilk saatlerinde bir terör saldırısı olmuş ve en az 10, ama hepsi aynı yerde şehit mi vermişiz, yoksa şafakla birlikte silahlı F güçleri evleri basıp sevdiğimiz, okuduğumuz yazarları, gazetecileri, akademisyenleri mi toplayıp götürmüş, yeni günde ilk gördüklerimiz bunlar oluyor. Sonra çayı demleyip kahvaltı masasını da hazır ettikten sonra piyasaları takip etmeye başlıyoruz. 
Bir önceki akşam saat 17.30’da bıraktığımız Türk piyasaları gece kapanan Amerikan borsalarından ve sonra açılan Asya piyasalarından ne kadar etkilenmiş; Dolar/TL, Euro/TL, Dolar/Yen pariteleri hangi seviyelerde veya uluslararası piyasalarda yaşanan belirsizlikler neticesinde güvenli liman olan altına yönelen yatırımcılar ons fiyatını ne kadar artırmış, risk iştahı artan yatırımcılar nerelere yönelmiş hepsine tek tek bakarız, anlarız. Kimi ekonomi yorumcuları pek parlak tablo çizmez, inanmayız. Saat 10’da TÜİK verileri açıklar ve ordan anlarız ne büyük ve sağlam bir ekonomi olduğumuzu, ekonomi yönetiminin ne müthiş işler ortaya koyduğunu... 
Hatta ekonomiden sorumlu eski devlet bakanı ve şimdiki başbakan yardımcısı Ali Babacan geçtiğimiz hafta, OECD 2012 dönem başkanlığına aday olduğumuzu açıkladığı konuşmasında Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında ayrı bir gezegen gibi görüldüğünü söylemişti(1). Ekonominin temel göstergelerindeki bazı rakamlar kendisine sonuna kadar hak veriyor. Örneğin OECD ülkeleri ortalaması %66 olan ekonominin genel istihdam oranı Türkiye’de OECD ülkeleri arasında en düşük düzeyde (%44) (2) ve bu oran yoksul 10 ülkeyi dahi üye yapan Avrupa Birliği’nde %67 civarında. Türkiye’deki kadınlar, OECD dahilindeki kadınlardan çok daha ayrı bir gezegende: AB ülkelerinde %52 ve OECD ortalaması %62 civarında olan kadın istihdamı Türkiye’de sadece %23 (3). Gençlerimiz tamamen ayrı bir galakside: “Türkiye genç işsizlerde dünya birincisi”(4). 14 Eylül 2011 tarihinde açıklanan rakamlara göre Türkiye’de genç işsizlik %28,7 (bu oran geçen yıl %25 civarındaydı). Bunlar yalnızca birkaç rakam, diğer göstergeler için OECD’nin çok rahat erişebilir olan veri tabanı mevcut.
Verileri bir yana koyup günü yaşamaya devam ediyoruz. Öğleden sonra, eğer o gün toplu şehitlerimiz varsa üzülüyoruz, yok eğer her biri ayrı yerde üçer beşer şehit varsa fazla zaman ayırmaya gerek yok. Zaten bunlar haber değeri de taşımıyor! Üzerine savaş uçaklarıyla bomba yağdırılanları saymıyoruz bile (!) Ama şafak baskınları olmuşsa akşamı da kurtardık demektir. Hele askerlerle ilgili de bir şeyler varsa, o zaman akşam 18’den itibaren kanallardan kanal, yorumculardan yorumcu beğen. Reklam aralarında Facebook'ta ve Twitter'da bütünlüğü olmayan ve “iki cümlelik” yazar veya düşünür laflarını paylaşmayı unutmamak gerekir. İçimizin rahat etmesi için sanal politik aktivizmimiz eksik kalmamalı! Hatta isteyen örgütçülükten veya halkçılıktan söz ettiği paylaşımlarına eli öpülen önderlerinin görüntülerini de ekleyebilir. 
Verimsiz döngünün uzaktan bir resmidir bu. Tüm bu davranışların tek kişide toplanması beklenmese de, ortalama olarak kapalı alanda yaşayanların mevcudunu ifade eder. Oysa dışarıda, kentin kırsalında ülkenin kırsalında başka bir hayat var. Konuşmasından büyük şehirli olmadığı anlaşılan bir adamın döviz bürosundaki camın önünde küçük kızının ismi yazılı bilekliğini, eşinin kendine büyüklerinden yadigar kaldığı anlaşılan yüzüğünü ve kendi alyanslarını ihtiyacı olan 400 lira karşılığında satabilmesi için görevliye yalvarması var. Evine temizliğe gittiği, kendisinden en az 20 yaş küçük bir kadından ne zaman geri ödeneceği belli olmamak üzere istediği 100 lira için ağlaması var; temizlikten aldığı parayı erkeğin cebine koyması var, sonra dayak yemesi var, cinsel şiddeti var, öldürülmesi var. Bayram yaklaşırken çocuğa alınan bir pantolonun kocanın işten çıkarılması nedeniyle iade edilmesi var, çocuğun gözyaşları var, hırsları var, öfkesi var; büyüyünce bu çocukların kontrol edilemezliği var. Bir şekilde üniversiteyi kazananların yurtlarda ele geçirilmesi var. Sesini çıkaranların hapsedilmişliği var. Çalanların başa getirilmesi, affedilmesi var. Bir yanda sıcak parayla %10 ekonomik büyüme varken diğer yanda %20 yoksulluk var. 

Dışarıda başka bir hayat var... 

Selda Doğan 

25 Temmuz 2010 Pazar

Absorption Capacity of The European Union: Budgetary Burden of Turkey’s Membership on The European Union

Abstract

This paper puts the spotlight on the absorption capacity of the European Union, which was always kept in mind of the EU during the historical evolution of the Community in every enlargement period even not with the same wording, and re-emerged especially when it came to Turkey’s membership in the early 2000s. The term has political, institutional and economic dimensions. For Turkey, the budgetary impact of the membership was highlighted and tried to show the fears of the member states of the EU with concrete numerical evidences. If Turkey were a European Union member, some countries like Germany, France (as being the net payer of the EU budget) and Spain, Cyprus (as being the net beneficiary of the EU budget and the future net payers with the Turkish membership) were mostly affected.

Keywords: Absorption capacity, Turkey, EU budget, net payer, net beneficiary


1. Evolution of the term “absorption capacity”

The term “absorption capacity” was at first not located in any official documents of the European Union. However, the notion behind the term was always in the minds of the Union’s ‘big guns’.
“The prospect of further enlargement at a time when the full consequences of the preceding one have not yet been absorbed must give rise to concern. The Commission considers therefore that any further enlargement must be accompanied by a substantial improvement in the efficiency of the Community’s decision-making processes and strengthening of its common institutions.”

The statements above were the response to Greek membership application in 1976. The wording may seem familiar. Whenever it comes to the Turkey’s membership, these words are mentioned. Enlargement is one of the most powerful policy tools of the EU. The fifth enlargement of the European Union was followed the accession of ten new members on 1st May 2004. These new EU countries were ex-communist countries and had different economic and political structures than of the EU. Enlargement policy is defined by Article 49 of the Treaty on European Union, which states that any European State, which respects the EU’s fundamental democratic principles, may apply to become a member of the Union.

In Copenhagen summit, the term was first seen in official texts in the conclusions:
“The Union's capacity to absorb new members, while maintaining the momentum of European integration, is also an important consideration in the general interest of both the Union and the candidate countries.”

After the big enlargement of the EU with ten new, ex-communist countries, and the rejection of the draft Constitution by France and the Netherlands in 2005, the term was reactivated. This is because of the prospects for further enlargement, especially for the largest candidate, Turkey. The rejection of the referenda in France and the Netherlands mostly based on the perception of the public of these countries that the European project was malfunctioned. The term took an official characteristic with the Enlargement Strategy Paper of the European Commission:
“The pace of enlargement has to take into consideration the EU’s absorption capacity. Enlargement is about sharing a project based on common principles, policies and institutions. The Union has to ensure it can maintain its capacity to act and decide according to a fair balance within its institutions; respect budgetary limits; and implement common policies that function well and achieve their objectives.”

In February 2006 upon the Commission’s enlargement strategy paper, the European Parliament highlighted the importance of the absorption capacity concept and wanted the Commission to prepare a report by 31 December 2006 that sets out the principles about the concept.

In June 2006 European Council Summit, Austria, Germany, the Netherlands and especially France forced this term to take place in the conclusions and be an additional criteria for for membership. However, the opposition of the UK, Spain, Italy and the new member states beat the forcing countries and the term finally did not become an additional criteria.

In 2006, the term took place in the conclusions of the European Council Summit as follows:
“The European Union reaffirmed that it will honor its exiting commitments and emphasized that every effort should be made to protect the cohesion and effectiveness of the Union. It will be important to ensure in future that the Union is able to function politically, financially and institutionally as it enlarges, and to further deepen the Europe’s common project. Therefore the European Council will, at its meeting in December 2006, have a debate on all aspects of further enlargements, including the Union’s capacity to absorb new members and further ways of improving the quality of the enlargement process on the basis of the positive experiences so far. It recalls in this connection that the pace of enlargement must take the Union’s absorption capacity into account. The Commission is invited to provide a special report on all relevant aspects pertaining to the Union’s absorption capacity, at the same time as it presents its annual progress reports on enlargement and pre-accession process. This specific analysis should also cover the issue of present and future perception of enlargement by citizens and should take into account the need to explain the enlargement process adequately to the public within the Union.”

The definition of the absorption capacity by the European Commission was as ‘whether the EU can take in new members while continuing to function effectively’. European Parliament adopted a resolution by a large majority, defining the absorption capacity as a criterion for accepting the accession of new countries and fundamental to understanding the concept of absorption capacity.

2. Dimensions of absorption capacity

The membership criteria (known as Copenhagen criteria) set by European Council Summit in Copenhagen in 1993 set forth the conditions for membership of the European Union. According to the conclusions of this summit:

“Membership requires that the candidate country has achieved stability of institutions guaranteeing democracy, the rule of law, human rights and respect for and protection of minorities, the existence of a functioning market economy as well as the capacity to cope with competitive pressure and market forces within the Union.”

On the contrary, the absorption capacity has no official definition. The following classification can make clear the term to some extent when the EU’s objectives are taken into consideration:

· Capacity of the goods and service markets to absorb new member states
· Capacity of the labor market to absorb new member states
· Capacity of the EU’s budget to absorb new member states
· Capacity of the EU institutions to function with new member states
· Capacity of society to absorb new member states
· Capacity of the EU to assure its strategic security

Beside, during the summit in 2006, the French President Jacques Chirac who initiated the debate by highlighting that enlargement ‘should only continue in a process that is controlled and better understood’. He also defined the ‘absorption capacity’ of the EU as an institutional, financial and political capacity.

Institutional Dimension

Regarding to its high population of approximately 75 millions, the membership of Turkey will create a challenge in the decision making process of the European Union. After the institutional reforms in Amsterdam (1997) and Nice (2000), Turkey with its population of 73 millions in 2003, and as foreseen 85 millions in 2015, will have 99 MEPs and dominant place in the decision making process. This situation may cause crisis in the Union.

Political Dimension

Turkey’s membership has also political implications. Turkey has important geopolitical and geostrategic position in the world, as well as much more specific impacts on EU institutions, policies and internal political dynamics. Some of these impacts can be qualified now and some in the future. It depends on how Turkey and the EU will evolve in next 10-20 years.

Some have suggested that Turkey should be a ‘buffer area’ outside the EU, but not only is Turkey unwilling to accept and play such a role, Turkey may not be either stable or a cooperative EU partner if it remains outside the Union in the long run. The EU can influence Turkey’s external and internal security policies and foreign policies if it is a member, but will have much smaller influence otherwise.

In the EU-28, Turkey and Germany have both approx. 14,5% vote each.

Economic Dimension

Being a big, poor country with its large population and small economy, Turkey’s membership has various potential political and economic implications. Opponents to Turkish accession suggest that Turkey will be both too powerful and too costly in budget terms to join the EU. Size per se is not a criterion for EU membership but potential impact of size on the Union is an important and relevant factor in managing accession.

Table 3 sets out data for gross domestic product (GDP) at market prices and purchasing power parity for Turkey and a selection of EU member states and candidates. Although Turkey’s population of 70 million almost equals that of the ten new member states at 75 million, it is poorer. The new ten member states account for 16% of EU-25 population and 4.6% of EU GDP, while Turkey’s GDP in 2002 is only 1.9% of that of the EU-25. Turkey’s GDP per head (in purchasing power parity terms) is slightly below that of Romania, and is only 27% of the EU average.

An opposition for Turkey’s EU membership came from an Austrian leader, Wolfgang Schüssel, who was the President of the EU in 2005. He argued: “Turkey's EU accession would cost as much as the recent accession of all ten new members. Before saying there is full membership for Turkey, someone has to explain to me how to finance that. We have to keep the absorption capacity of the EU in mind. This is what we owe to the anxieties and worries of our citizens.”

3. European Union Budget

The budget of the EU is made up from a system of own resources. Import customs duties, agricultural levies or duties, part of Valued Added Tax (VAT) and revenue based on the gross national income (GNI) of the member countries constitute these “own resources” as they are known. The maximum amount to which member countries can contribute in own resources is limited to 1.27% of GNI of the EU. Among own resources there are some other less important sources of revenue that are classified into a group known as other revenue. The revenue of the EU budget is divided into the following:

- Customs duties – customs and other duties that are collected according to the Common Customs Tariff on the import of products of countries outside the EU;
- Agricultural duties, among which there are customs duties on the import of farm products and levies for sugar and glucose. These levies are collected during trading with extra-EU countries, as part of the CAP and of the production and storage of sugar and glucose.
- Revenue accruing from VAT. This revenue is established for each country by the application of a single rate on the harmonized tax base, which is established according to certain EU rules. From 1999, this base has not been allowed to exceed 50% of the GNI of the member states, and a reduction of the single rate year after year is anticipated (in 2002 it came to 0.75%, in 2004, 0.5%).
- Revenue as a percentage of the GNI of the member states. This revenue is calculated in such a way that a certain rate is applied to the difference between the GNI of every member state and the harmonized VAT base.
- Other sources of revenue consist of income tax and fees that are paid by the personnel of EU institutions, revenue from interest and guarantees, revenue from fines and other revenues.

The largest part of the EU budget is reserved for sustainable growth, in which the cohesion funds play an important role.

4. Tradeoff for Turkey in the EU Budget

The numbers calculated above in the table represent the maximum that would be achieved only after a considerable transition period, as in the case of the new member countries from Central and Eastern Europe, assuming current rules. The immediate post-membership transfers would be much lower, as in the case of all new member countries.

If Turkey were a member country in 2004, it could count on Structural Funds allocations, which would be capped at 4% of its GDP as decided at the Berlin European Council. Given that Turkey’s GDP has averaged around €200 billion in recent years, this implies immediately that its allocation would be around €8 billion annually. It has also been calculated that extending the current CAP to Turkey (with per hectare payments based on current yields) would cost around €9 billion. This implies that the total receipts of a hypothetical Turkish EU member today might be slightly less than €20 billion (Turkey would also receive funding under other programs). Turkey would then also have to contribute as all other member states to the EU budget. With a current contribution rate of around 1% of GNP (the ceiling for the EU budget is 1.25% of GDP, but the EU spends just slightly above 1% of GDP at present), this would mean around €2 billion annually, leading to a net financial benefit of around €16 billion annually. In 2015, the net benefit of Turkey from the EU budget will increase to the 0,20 % of EU GDP.

Table 6 shows the net payer member state in EU-27, EU-33 (EU-27 plus Albania, Croatia, Bosnia- Herzegovina, Macedonia, Serbia and Montenegro) and EU-34 (EU-33 plus Turkey). Accession of Turkey would bring burden for EU more than the sum of the six West Balkan countries.

Table 7 shows the net beneficiary member states of the EU-27 and changes in their situations with the forthcoming enlargements. The most outstanding is about the changes in the situations of Spain and Cyprus. They become net payers with the accession of Turkey while they are net beneficiaries in EU-27 and EU-33.

5. Conclusion

The discourse on the absorption capacity of the EU has been perceived as an alibi to turn backs to Turkey. The timing and the frequent reference to the case of Turkey throughout the debate have not been very helpful in that sense either. However, the fact that these are not entirely fictive concerns to sever ties with Turkey as a prospective member and that at least some of them are true. Turkey is indeed a major challenge for its counterparts due to its size, economic circumstances. In the same vein, the road to membership will also pose challenges for Turkey.

The figures in the range of 0.15% to at most 0.20% of EU GDP may seem to be small numbers but compared to national government expenditure, which is usually around 40-50% of GDP, they are negligible. However, a figure of 0.17% of EU GDP would not be negligible compared to the EU-budget ceiling of 1.25% of GDP. Net transfers in the €9-12 billion range in the first years of the membership and of about €15 to €20 billion in the 2020s would constitute an important amount for Turkey and a significant amount for the EU budget. But it is doubtful whether they will be negligible compared to the total of national budgets or the overall EU economy.

References

Derviş, Kemal; Gros, Daniel; Öztrak, Faik; Işık, Yusuf and Bayar, Fırat: “Turkey and the EU Budget, Prospects and Issues”, Center for European Studies, EU-Turkey Working Papers, No.6/August 2004.

Emerson, Michael; Aydın, Senem; De Clerck-Sachsse, Julia and Noutcheva, Gergana: “Just What is This ‘Absorption Capacity’ of The European Union?”, CEPS Policy Brief, No.113, September 2006.

Esen Toksabay, Aslı: “Absorption Capacity of the EU and Turkish Accession: Definitions and Comments”, TEPAV Policy Brief, 9 May 2007.

European Commission, 2005 Enlargement Strategy Paper, COM (2005) 561 final, Brussels 9.11.2005, p. 3.

European Council Meeting in Copenhagen, 21-22 June 1993, SN 180/1/93, p. 13, 14.

European Council, Presidency Conclusions, 15-16 June 2006, p. 18.

European Parliament (2006), Report on the Commission’s 2005 Enlargement Strategy Paper, 3.3.2006, A6-0025/2006.

Hughes, Kirsty: “Turkey and The European Union: Just Another Enlargement? Exploring the Implications of Turkish Accession”, Friends of Europe Working Paper, European Policy Summit, 17 June 2004.

Olli Rehn: “Europe Needs a New Consensus on Enlargement”, speech at the Eduskunza seminar on the Future of Europe, Pori, 20 July 2006 (accessible at www.europa.eu.int/rapid)

Richter, Sandor: “Facing the Monster ‘Juste Retour’ on the Net Financial Position of Member States Vis-à-vis the EU Budget and A Proposal For Reform”, EU-Consent EU-Budget Working Paper, No. 7, August 2008.

Simovic, Hrvoje: “The European Union Budget”, UDC 336.12(4-67 EU) JEL H72, 2005.

http://eiop.or.at/eiop/pdf/2005-006.pdf (20.06.2010)

http://ec.europa.eu/budget/budget_detail/current_year_en.htm (21.06.2010)

http://news.bbc.co.uk/2/hi/europe/5094938.stm (21.06.2010)

http://www.eu-consent.net/library/papers/EU-Budget_wp7.pdf (21.06.2010)

http://www.tobb.org.tr/abm/raporlaryayinlar/turkey%20and%20eu%20budget.pdf (21.06.2010)

http://www.uni-muenster.de/Politikwissenschaft/Doppeldiplom/docs/Turkey.pdf (21.06.2010)