15 Mayıs 2012 Salı

The Social Policy Landscape of Turkey


AKP’s lack of commitment to reform Turkey’s social policies in accordance with EU deepens the threat on the country’s workforce.

On 12th of March 2012, Turkey woke up to a tragedy: Eleven construction workers burned to death in Istanbul. They were working at the construction of a luxury shopping center, one of many underway, settled in a fabric tent within the construction site as the city was facing one of the harshest winters in decades. There were four tents, three of which burnt down in just few minutes. The reason: Illegal and poorly connected electrical heating inside the tent. Should AKP’s Istanbul Municipality have the determination and follow through to control such constructions, also obligations by the central government, these workers would not have perished so dreadfully.

Health and safety at work, trade union law and fight against poverty are the major areas in which Turkey should make reforms regarding the social policy chapter of the accession negotiations between Turkey and the EU. Every day of delay in these crucial reforms endangers the lives of the vulnerable working force.

As part of its constitutional amendment package of 2010, the ruling party, Justice and Development Party (AKP) announced that they were committed to enhancing the trade union rights, to ensure affirmative action for women, better the conditions for the work force, and more freedom for all. Eighteen months after the approval of amendments via referendum, there still exists an urgent need for the adjustment laws improving the provisions of the No. 2821 the Law on Trade Unions and No. 2822 the Law on Collective Bargaining Agreements.

Regarding the social policy and employment chapter of EU-Turkey negotiations, two significant provisions of the revised European Social Charter (1996), ratified by Turkey in 2007, are reserved by AKP. One is Article 5, trade union rights, and the other is Article 6, collective action right including the right for collective bargaining. It should be noted that none of the 22 ratifier states of the revised Charter reserved Article 5, and only Andora and Turkey reserved all the clauses of the Article 6.

On the other hand, Turkey’s approach to International Labour Organization’s (ILO) conventions 87 and 98, regarding the trade union rights should also be noted. Despite the fact that AKP committed to sign and adopt the ILO conventions in its 2010 Action Plan, presented to the EU Commission, there has been no steps taken towards its commitment. The reservations on the Charter and the related ILO conventions are also the opening benchmarks of the social policy and employment chapter.

Turkey is far behind EU’s rate of population at risk of poverty and especially child poverty. In the past year, the rate of the population under 60% of the current median income was 24.4%. With this performance, Turkey ranked below Greece (17.8%), Italy (19.9%) and Spain (20.6%). Despite the situation, AKP insists on implementing social policies with a “charity-like” approach rather than addressing them as a “social rights” issue. Current social aids do not have a systematical character, and they are mostly used as election bribery. Although the European Commission urged for an action plan in the fight against high poverty and social isolation in each and every progress report published since the beginning of the accession negotiations, AKP still fails to deliver a comprehensive national program. Yet Turkey is in urgent need of a poverty map.

Taking into account that Greece has reported falsified numbers about her economic situation regarding the Union and Eurozone membership criteria to the European Commission; similar misinformation should be avoided in Turkey’s case. In the screening process for negotiations in 2006, the Commission put through some very extensive questions regarding the chapters, and the government has addressed them. The answers should be diligently analyzed for any falsifications, especially regarding the poverty lines.

As long as the appropriate legal guarantee for the freedom of trade unions, decent work conditions, enforcement of health and safety legislations are not ensured, the ongoing labor exploitation will prevail in Turkey.




Selda Doğan

ReflectionsTurkey, 1. Issue, April 2012

Alaturka Demokrasi I: Eğitim Yasası Gerekçeleri

4+4+4 olarak adlandırılan ve eğitim sistemiyle ilgili ciddi değişiklikler içeren kanun teklifi AKP’li 5 grup başkanvekilinin imzasıyla 20 Şubat 2012 tarihinde TBMM’ye sunulmuş ve o günden sonra önemli tartışmalara ve kavgalara yol açmıştı. Teklifin ilgili komisyonda görüşülmeye başladığı andan itibaren anamuhalefet milletvekilleri, ülkenin eğitim düzeyini çok gerilere götürecek ve dünya ülkelerinde uygulanan eğitim sistemleriyle negatif ayrışmaya sebep olacak bu kanunların geçmemesi için tüm güçleriyle çalışmış, dayak yemiş ancak zor yoluyla teklifin komisyondan geçmesine engel olamamışlardı. Kanun değişikliği gerekçesinin bizzat Başbakan tarafından bir rövanş olduğu açıklanmasına ve hükümet partisinin programında dahi yer almamasına rağmen, tarihe not düşmek ve nesillerarası sorumluluğumuzu yerine getirmek adına kanunun gerekçelerinden başlayarak tüm tutarsızlıkları irdelemekte büyük fayda var.


Teklif, halihazırda 8 yıllık kesintisiz zorunlu temel eğitimin 12 yıllık kesintili zorunlu eğitim haline getirilmesini, temel eğitimin 4 yıla düşürülmesini ve mesleki eğitimin ilk dört yılın sonunda 11 yaşında başlamasını hedefliyordu. Burada başta dikkati çekmeyen kavramlar büyük önem taşıyor, çünkü kanun gerekçesinde bunlara dayanarak bir yanıltma yapılıyor. Öncelikle ‘zorunlu eğitim’, ‘temel eğitim’, ‘zorunlu temel eğitim’, ‘mesleki eğitim’, ‘kesintisiz eğitim’ ve ‘kademeli eğitim’ kavramlarının ayrıştırılması gerekli. Bir bulamaç halinde ortaya atılan bu kavramlar ve kelime hileleriyle 12, 8’den büyük olduğu için 8 yıllık ‘kesintisiz’ ‘zorunlu’ ‘temel’ eğitim, 12 yıllık kesintili zorunlu eğitimden daha gerideymiş gibi belletiliyor. Halbuki gerçek hiç de öyle değil. Teklifin yasalaşma sürecine dikkatlice bir göz attıktan sonra kavramlarla ilgili genel bir değerlendirme yapmak daha doğru ve anlaşılır olacaktır.

Bu kanun için sunulan ilk gerekçe, dünyada çoğu gelişmiş ülkede zorunlu eğitimin kademeli olduğu yönünde ve ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya örnekleri veriliyor. Bu ülkelerde eğitimin kademeli olduğu doğru fakat bir mesleki ayrıştırma değil yaş temelinde bir kademelendirme sözkonusu. Gerekçenin ilerleyen kısımlarında, teklifi verenler tarafından bu kademelendirmenin yaş grubu ve fiziksel özellikler temelinde yapıldığı da zaten belirtilmiş.

Kesintisiz eğitim, mesleki eğitime darbe vurmaktadır. İnsanları yararlı ve üretken olabilecekleri meslek dallarına küçük yaşlardan itibaren yöneltmek ve onlara bu anlamda gerekli eğitimi vermek toplumun ve onun örgütlenmiş hali olan devletin fertlere karşı sorumluluğudur. Mesleki eğitimden yeterince yararlanmak için öğrencinin ilgi ve beceri alanlarının küçük yaşlardan itibaren tespit edilerek gerekli yöneltme ve yönlendirmelerin yapılması şarttır. 14 yaşından sonra yapılacak tercihler yeterli mesleki eğitim kalitesini sağlamaktan uzak kalacak ve ayrıca yapılacak tercih de bilinçli ve doğru olmayacaktır.

Bu gerekçe de, düşünce kuruluşu TEPAV tarafından hazırlanan ve ilgili komisyona sunulan Yeni kanun teklifi neden yeterli değildir isimli raporda anlaşılır bir grafikle gayet iyi açıklanmış ve geçersizliği somut verilerle kanıtlanmıştır. 9, 10 veya 12 yıllık kademeli veya kademesiz zorunlu eğitimin mevcut olduğu ülkelerin hiçbirinde mesleki eğitime başlama yaşı bu düzenlemeyle öngörüldüğü şekilde 11 olmamakla birlikte, mesleki eğitim zorunlu temel eğitim bittikten sonra başlamaktadır. Yani bu gelişmiş ülkelerde çocuklar çok küçük yaşlarda bilinçsizce meslek tercih etmeye zorlanmıyor ve önce mümkün olduğu kadar uzun süre zorunlu temel eğitim alıyorlar. Üstelik 14 yaşında yapılacak mesleki tercihin bilinçsiz ve yanlış olacağı gerekçesiyle 3 yıl daha önce 11 yaşında bilinçli ve doğru tercih yapılabileceğinin varsayılması, kendi içinde açıklanmaya muhtaç bir çelişki olarak karşımızda duruyor.

Diğer gerekçede; özellikle kırsal kesimde köy okullarının boş kaldığı, yatılı bölge okullarında veya taşımalı eğitimle servislerde uzun yollar katedildiği ve öğrencilerin (okumak için) eziyet çektiği söylenmiştir. Özellikle kırsal bölgelerdeki ailelerin kız çocuklarını bu şartlardaki eğitime verme konusundaki ciddi şikayetleri düşünüldüğünde bu uygulamanın okullaşma ve özellikle de kız çocuklarının eğitimi adına sorunlara yol açtığı eklenmiştir. Ancak getirilen teklifte bu sorunun nasıl çözüleceğine dair bilgi olmamakla birlikte yakın köy okullarının birleştirilip muhtemel taşımalı eğitimle veya öğrencilerin yatılı kalması için pansiyonlar inşa edileceğinin söylenmesi mevcut durumun korunacağını gösteriyor. Açıköğretimle evden okumaya nasıl devam edileceği ve bunun kız çocuklarının okullaşma oranını nasıl etkileyeceği konusunda da herhangi bir bilgi bulunmadığı için bu gerekçe de boşa çıkmış oluyor.

Teklifin komisyona sunulan ilk haline göre, ilköğretimin birinci kademesini bitirenler yani ilk dört yılın sonunda ve 11 yaş civarındaki çocuklar ‘aday çırak’ olarak eğitilebilecektir. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun en düşük çıraklık yaşını 14 olarak gören şartlarına aykırılık oluşturacağı konusunda ciddi eleştiriler aldıktan sonra çıraklık yaşını düşüren bu değişiklikten vazgeçilmiştir.

TEPAV raporu, kanun teklifine önemli eleştiriler getirmiştir. Rapora göre bu kanun, ülkenin eğitim ihtiyaçlarını karşılamaktan oldukça uzak ve eğitimin yalnızca süresi ile ilgilenmektedir. Eğitimin kalitesi, eğitimde fırsat eşitliği ve okul öncesi eğitim konularına değinilmemiş olmasını, işgücü verimliliği ve kadınların istihdam edilebilirliği açısından ve bunların sonucunda da ekonomik büyüme, kalkınma ve istihdam alanlarında sorunlar yaratacak önemli bir unsur olarak ifade etmiştir. Kanunun bu haliyle 2023 hedeflerine ulaşmanın mümkün olmadığını da eklemiştir.

Kanun teklifinin gerekçesinde araya sokuşturulan birkaç ayrıntı daha göze çarpıyor. Kayseri’deki üniversiteye Abdullah Gül, Rize’deki üniversiteye ise Recep Tayyip Erdoğan adlarının verilmesi ile BDDK, TMSF ve Muhasebe Denetim Standartları Kurulu başkan ve üyelerinin görev süreleri dolduktan sonra tekrar seçilebilmeleri ve atanmalarına imkan sağlayan değişikliklerdir. AKP’nin ileri gelenlerinin kendi isimlerini, 28 Şubat’ın rövanşı olarak gördükleri bu eğitim düzenlemesine kazımak istemeleri, en azından düzenlemenin içinde üniversite kelimesi geçtiği için belki eğitimle ilişkilendirilebilir fakat yukarıda anılan BDDK, TMSF gibi kurumlarla ilgili değişikliğin eğitimle ne ilgisi olduğu çok tartışmalıdır.

Teklifin eğitimle ilgili olan kısmının yanında çoğu kişi tarafından göz ardı edilen bir yönü daha var. Teklifin meclis genel kurulunda görüşülmesinden hemen önce CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından tekrar gündeme getirilen ancak tartışmalar içerisinde hak ettiği yeri alamayan konu, FATİH projesi kapsamında kamu tarafından yapılacak mal ve hizmet alımlarının Kamu İhale Kanunu kapsamı dışında tutulması. Gerekçe olarak ise proje hacminin büyük olması ve yurtiçi üretimde kaldıraç etkisi yaratması gösterildi. Alt komisyondaki görüşmeler sırasında geçici bir madde eklenerek ihalesiz alım süresinin 15 yıla kadar uzatılabilmesi hedeflendi. Buradaki ihalesiz alımlar, proje kapsamında yalnızca kamuoyunda yaygın olarak bilinenin tablet dağıtımını değil, aynı zamanda inşaat işleri de dahil olmak üzere her türlü alımı kapsıyor. Uzman görüşlerinde belirtildiği üzere teklif, ülkenin eğitim gereksinimlerini karşılamıyor olmasının yanında yetkiyi elinde bulunduranların istedikleri gerçek ve tüzel kişilere çok yüksek miktarlarda kaynak aktarma tehlikesini de barındırıyor. Teklifin bu haliyle yasalaşması, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile yürüttüğü katılım müzakerelerinde halihazırda üzerinde hiçbir siyasi veya ekonomik blokaj olmayan ve açılış kriterleri yerine getirildiği takdirde açılabilecek üç fasıldan ikisi olan Kamu Alımları ve Rekabet Politikası alanlarının her ikisi açısından da büyük sıkıntılar doğuracaktır.

Bir kanun teklifinde bunca çürütülmüş gerekçe varken ve işin içinde rant sağlama iddiaları bir yanda devletin tepesindeki rövanş iddiaları öbür yanda dururken, TÜİK verilerine göre 8 yıllık kesintisiz temel eğitimin okullaşmayı ciddi oranda arttırdığı açıkken ve üstelik AKP hem bu sisteme karşı çıkıp hem de sistemin getirdiği bu artışın üzerine bile yatıyorken, karşı çıkan milletvekilleri yerde tekmelerle dövülürken, bu rejimin adına demokrasi değil ancak alaturka demokrasi denir. Alaturka demokrasilerde Abdullah Gül, R. Tayyip Erdoğan gibi ileri gelen AKP’lilerin kendi rövanşları uğruna kamu kaynaklarını kullanarak kız çocuklarının okula gitmesini istedikleri reklamlara aklı selim kimse inanmaz.


Selda Doğan
Sosyal Demokrat Dergi (SODEV), 16. Sayı, Nisan 2012

2+2=4 => 4+4+4=0

Yukarıdaki başlık, bir süredir alçak sesle alttan alttan tartışılan bir konunun matematik gösterimi. Matematik sevenler bunu “iki artı iki eşittir dört ise dört artı dört artı dört eşittir sıfır” diye okur ama işin Türkçe’si şudur: “İki iki dört öldü eğitim üstünü ört”!
Bugünlerde yan yana üç tane 4 gören herkes kendi tarafına çekilip devasa tiyatrodaki rolünü alıyor. Yıllardır kullanın aynı yöntem bu konuda yine işlemeye başladı. Önce kabul edilemeyecek denli zararlı bir plan öyle sıradan bir şekilde ortaya atılıyor, ana akım medya başlıyor bunu yumuşatmaya, orasından tutup burasından çevirip ve hatta yün gibi eğirip tiftik tiftik ettikten sonra altın vuruş o bildiğimiz çoğunluğun kaldırıp indirdiği ellerle geliyor. Yani biz konuşuyoruz, ama isteyen istediğini yapıyor.
Ama bu defa durum çok ciddi çünkü yapılacak değişiklik üç beş yılı değil nesilleri olumsuz etkileyecek bir alanda yapılıyor. Yasa taslağı şu anda alt komisyonda, oradan geçip Meclis Genel Kurulu’na geldiğinde günün makul bir saati olursa, son anda bir önergeyle ters köşe yapılmazsa, yasalaşacak olan taslağın şu anda tartışılan hali şöyle:
4+4+4 denilen kesintili zorunlu eğitim sistemine çocuk giriyor (yaş 7), ilk 4 yıl temel eğitim alıyor (yaş 11), eski sistemle ilkokul 5’inci sınıfa başlamadan meslek seçimini yapıyor ve sonraki 4 yıl seçtiği meslekle ilgili eğitim alıyor (yaş 15), derken ilk 8 yılı tamamlayınca bir yarım soluk alıp yeniden karar veriyor açıköğretimden mi yoksa örgün öğretimden mi devam edeceğine. Açıköğretim seçerse kaydını yapıp kitaplarını alıp evinde kendi kendine öğretim görecek, okula giderse eğitim-öğretim hayatı kesilmeden 12 yıl zorunlu eğitimden geçmiş olacak. İktidar 8 yıllık zorunlu eğitimi 12 yıla çıkarmış olacak, son yıllarda politik ve ekonomik alanda dünya liderlerinden olan ülkemizin artık eğitim seviyesi de artarak dünyayla yarışır hale gelecek, daha eşit, daha gönençli ve çok az destekle kendi kendini eğitebilen bir toplum olacağız. Bunların hepsi elbette gerçek olabilir ama bir şartla: Ceteris paribus, o da bizde yok! Ekonomik, siyasi ve ticari alanlarda çok büyük eşitsizlikleri barından bir ülkede eğitim söz konusu olduğunda yukarıdaki planların tıkır tıkır ve herkes için eşit işlemesi mümkün olamaz, her konuda ortaya çıkan o tanımlanamayan ‘birileri’ daha eşit olacaktır. Yoksa bu daha eşit birilerini kollayan diğer birileri, 11 yaşında çocuğa meslek seçtirmeye ve aynı yasayla çıraklık yaşını 11’e indirmeye kalkışmaz.
Taslakla ilgili elimizde ne var ne yok değerlendirip nesiller üstü bir konu olan temel eğitime ilişkin doğru bir fikre sahip olmamız gelecek nesillere borcumuzdur.
Taslak ilk haliyle ortaya atıldığında, ilk dört yılında sonunda 11 yaşında ‘Bakanlar Kurulu kararıyla’ (bunun hikmetini ben anlamadım, anlayan bana da anlatsın) meslek seçimiyle birlikte açıköğretime geçiş opsiyonunun sağlanması öngörülüyordu. Yani ilk dört yıl temel zorunlu eğitimi alanlar isterse açıköğretime geçerek okula gitme zorunluluğu olmadan evinden okuyabilecekti. Ama özellikle kız çocuklarıyla ilgili gelen itirazlardan sonra geri adım atıldı. Şimdi ilk 8 yıldan sonra açıköğretime geçiş şansı öngörülüyor. Kaybettir ve buldur hikayesi... Mevcut 8 yıllık kesintisiz eğitim sisteminde de zaten ilk 8 yıldan sonra açıköğretime geçiş imkanı bulunuyor. Öyleyse açıköğretim opsiyonunun sunulması bir amaç değil.
İlk dört yıldan sonra mesleki eğitime yönlendirme ve aynı anda çıraklık yaşının 11’e çekilmesi başlı başına bir felaket... 11 yaşında çıraklık, ILO sözleşmelerine ve insan haklarına aykırı olmakla birlikte daha fazla çocuk emeği sömürüsünü beraberinde getirir, üstelik bu kadar küçük yaş işverenlerin de tercih ettiği bir şey değil.
Sadece 4 yıllık temel eğitimden sonra çok küçük bir yaşta eğitimde ‘ayrıştırma’ yapılması dünyada rastlanmamış bir durum ve eğitimcilerin şiddetle karşı çıktığı bir konu. Bir çocuktan hayatını etkileyecek bir seçimi bu kadar küçük yaşta yapmasını istemek çok büyük haksızlık! Şu anda 18 yaşında üniversiteye giren bir gencin bile meslek seçimini çok erken ve bilinçsiz yaptığı düşünülürse 11 yaşında hangi çocuk aklı sağlıklı bir karar verebilir? İş ailenin yönlendirmesine kalır ve o zaman daha sağlıklı olur diyenlere Türkiye’de ebeveynlerin ortalama eğitim düzeyinin 6 yıl yani ortaokul terk seviyesinde olduğunu üzülerek hatırlatmak isterim. O halde kime kalır bu yönlendirme işi? (Hep derler aklınıza ilk gelenin doğru olma ihtimali yüksektir diye...) Bu arada ilk dört yılın sonunda meslek seçimi konusuna imam hatip liselerinin orta kısımlarının açılması dahil...

Sonraki yazımda taslağın öne sürülen gerekçeleriyle birlikte uzman görüşlerini ve raporlarını ele alacağım.


Selda Doğan
29 Şubat 2012

Başka bir hayat var

Nefesimizi tuttuk, bekliyoruz. Birçoğumuz her sabah uyanır uyanmaz el yüz yıkadıktan sonra çay suyunu koyup ardından haberlere koşuyoruz. Uyuduğumuz zamanda ülkenin başına hangi büyük olayların geldiğini arkası yarın izler gibi heyecanla takip ediyoruz. Örneğin; yeni günün ilk saatlerinde bir terör saldırısı olmuş ve en az 10, ama hepsi aynı yerde şehit mi vermişiz, yoksa şafakla birlikte silahlı F güçleri evleri basıp sevdiğimiz, okuduğumuz yazarları, gazetecileri, akademisyenleri mi toplayıp götürmüş, yeni günde ilk gördüklerimiz bunlar oluyor. Sonra çayı demleyip kahvaltı masasını da hazır ettikten sonra piyasaları takip etmeye başlıyoruz. 
Bir önceki akşam saat 17.30’da bıraktığımız Türk piyasaları gece kapanan Amerikan borsalarından ve sonra açılan Asya piyasalarından ne kadar etkilenmiş; Dolar/TL, Euro/TL, Dolar/Yen pariteleri hangi seviyelerde veya uluslararası piyasalarda yaşanan belirsizlikler neticesinde güvenli liman olan altına yönelen yatırımcılar ons fiyatını ne kadar artırmış, risk iştahı artan yatırımcılar nerelere yönelmiş hepsine tek tek bakarız, anlarız. Kimi ekonomi yorumcuları pek parlak tablo çizmez, inanmayız. Saat 10’da TÜİK verileri açıklar ve ordan anlarız ne büyük ve sağlam bir ekonomi olduğumuzu, ekonomi yönetiminin ne müthiş işler ortaya koyduğunu... 
Hatta ekonomiden sorumlu eski devlet bakanı ve şimdiki başbakan yardımcısı Ali Babacan geçtiğimiz hafta, OECD 2012 dönem başkanlığına aday olduğumuzu açıkladığı konuşmasında Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında ayrı bir gezegen gibi görüldüğünü söylemişti(1). Ekonominin temel göstergelerindeki bazı rakamlar kendisine sonuna kadar hak veriyor. Örneğin OECD ülkeleri ortalaması %66 olan ekonominin genel istihdam oranı Türkiye’de OECD ülkeleri arasında en düşük düzeyde (%44) (2) ve bu oran yoksul 10 ülkeyi dahi üye yapan Avrupa Birliği’nde %67 civarında. Türkiye’deki kadınlar, OECD dahilindeki kadınlardan çok daha ayrı bir gezegende: AB ülkelerinde %52 ve OECD ortalaması %62 civarında olan kadın istihdamı Türkiye’de sadece %23 (3). Gençlerimiz tamamen ayrı bir galakside: “Türkiye genç işsizlerde dünya birincisi”(4). 14 Eylül 2011 tarihinde açıklanan rakamlara göre Türkiye’de genç işsizlik %28,7 (bu oran geçen yıl %25 civarındaydı). Bunlar yalnızca birkaç rakam, diğer göstergeler için OECD’nin çok rahat erişebilir olan veri tabanı mevcut.
Verileri bir yana koyup günü yaşamaya devam ediyoruz. Öğleden sonra, eğer o gün toplu şehitlerimiz varsa üzülüyoruz, yok eğer her biri ayrı yerde üçer beşer şehit varsa fazla zaman ayırmaya gerek yok. Zaten bunlar haber değeri de taşımıyor! Üzerine savaş uçaklarıyla bomba yağdırılanları saymıyoruz bile (!) Ama şafak baskınları olmuşsa akşamı da kurtardık demektir. Hele askerlerle ilgili de bir şeyler varsa, o zaman akşam 18’den itibaren kanallardan kanal, yorumculardan yorumcu beğen. Reklam aralarında Facebook'ta ve Twitter'da bütünlüğü olmayan ve “iki cümlelik” yazar veya düşünür laflarını paylaşmayı unutmamak gerekir. İçimizin rahat etmesi için sanal politik aktivizmimiz eksik kalmamalı! Hatta isteyen örgütçülükten veya halkçılıktan söz ettiği paylaşımlarına eli öpülen önderlerinin görüntülerini de ekleyebilir. 
Verimsiz döngünün uzaktan bir resmidir bu. Tüm bu davranışların tek kişide toplanması beklenmese de, ortalama olarak kapalı alanda yaşayanların mevcudunu ifade eder. Oysa dışarıda, kentin kırsalında ülkenin kırsalında başka bir hayat var. Konuşmasından büyük şehirli olmadığı anlaşılan bir adamın döviz bürosundaki camın önünde küçük kızının ismi yazılı bilekliğini, eşinin kendine büyüklerinden yadigar kaldığı anlaşılan yüzüğünü ve kendi alyanslarını ihtiyacı olan 400 lira karşılığında satabilmesi için görevliye yalvarması var. Evine temizliğe gittiği, kendisinden en az 20 yaş küçük bir kadından ne zaman geri ödeneceği belli olmamak üzere istediği 100 lira için ağlaması var; temizlikten aldığı parayı erkeğin cebine koyması var, sonra dayak yemesi var, cinsel şiddeti var, öldürülmesi var. Bayram yaklaşırken çocuğa alınan bir pantolonun kocanın işten çıkarılması nedeniyle iade edilmesi var, çocuğun gözyaşları var, hırsları var, öfkesi var; büyüyünce bu çocukların kontrol edilemezliği var. Bir şekilde üniversiteyi kazananların yurtlarda ele geçirilmesi var. Sesini çıkaranların hapsedilmişliği var. Çalanların başa getirilmesi, affedilmesi var. Bir yanda sıcak parayla %10 ekonomik büyüme varken diğer yanda %20 yoksulluk var. 

Dışarıda başka bir hayat var... 

Selda Doğan